AKLIN BAŞINA GELİNCE PİŞMAN OLACAĞIN İŞLERİ YAPMA - Ana Sayfa
  Ana Sayfa

MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİNDE ANADOLU’DA FAALİYET GÖSTEREN

ZARARLI CEMİYETLER   Yrd. Doç. Dr. Cengiz DÖNMEZ*

  1. Zararlı Cemiyetlerin Ortaya Çıkışı Sırasında Ülkenin Genel Durumu    

 Osmanlı Devleti ile, İtilâf Devletleri arasında 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi, çok ağır şartlarla dolu idi. Bu mütareke ile Osmanlı Devleti, imparatorluk üzerinde İtilâf Devletlerinin her türlü tasarruflarına açık, çaresiz bir hale düşerken, Türk milleti de, karanlık bir döneme adım atıyordu. Tarih boyunca, insanlığa, adaleti, hoşgörüyü ve hürriyeti tanıtmış olan Türkler, şimdi hiç de lâyık olmadıkları, haksız, adaletsiz ve insanlık dışı bir muameleye maruz halde, yaşama hakkından ve bağımsızlığından yoksun bırakılmak isteniyordu. 

  Mondros Mütarekesinin 31 Ekimde yürürlüğe girmesiyle, yıllarca bekledikleri fırsatı elde eden İtilaf Devletleri, bu noktada, özellikle mütarekenin muğlak yedinci maddesine dayanarak, daha önce kendi aralarında yaptıkları gizli antlaşmalar çerçevesinde Osmanlı topraklarını işgal etmeye başlamışlardır. Gerçekleştirdikleri bütün işgaller için, hep Mondros Mütarekesini uyguluyoruz gerekçesini ortaya atan İtilaf Devletleri, işgaller sırasında Türk milletine karşı her türlü insanlık dışı, haksız ve adaletsiz uygulamalarıyla, güya mütarekeyi tatbik ederek, bu bölgelere barış getirmeye çalıştıklarını iddia edecek kadar da, samimiyetten uzak davranışlar içerisine girişmişlerdir.

 Bu ortamda, Mondros Mütarekesi İtilâf Devletleri için, Osmanlı Devleti’ni parçalama hedefi çerçevesinde, Türkler aleyhindeki her türlü keyfî uygulamalarını gerçekleştirmek için kullandıkları bir araç olurken, Osmanlı Devleti için ise, kendisine hiç bir şey kazandırmayan, tam aksine her türlü kötülüklere maruz bırakırken, topraklarının  parçalanması  ve kendisinin yıkılması hususunda kılıf olarak kullanılan sözde bir ateşkes anlaşması, gerçekte ise bir ölüm fermanı olmaktan öteye gidememiştir.

  İtilaf Devletlerinin, devlet işlerine karışmak ve Türkler aleyhinde devleti istedikleri gibi yönlendirmek noktasındaki keyfî uygulamaları, bütün memlekette, Türk halkının özel hayatının dokunulmazlığının ihlali ile can ve mal güvenliğinin hiçe sayılarak sürekli tehdit edilmesi hususunda da aynen devam etmiştir. Bu çerçevede halkı sindirmek maksadıyla giriştikleri her türlü zulüm hareketlerinin yanında, mallarını da gasp ederek ellerinden almak şeklindeki uygulamaları, başta İstanbul olmak üzere bütün ülkede, can ve mal güvenliğini ortadan kaldırırken, tam bir kargaşa ortamının yaşanmasına da sebep olmuştur.

 Bu dönemde, özellikle İngilizlerin İstanbul’da insan haklarına aykırı bir biçimde, Türk halkının her türlü can ve mal güvenliğini hiçe sayarak, kendi menfaâtleri doğrultusunda başlattıkları keyfî uygulamaları had safhaya ulaşmıştır. Konu ile ilgili olarak, İngilizler tarafından gerçekleştirilen tahribâttan zarar gören kişilerin ifadeleri ve şikayet evraklarına dayanılarak hazırlanan bir Tahkikât Fezlekesi, durumun ciddiyetini açıkça ortaya koymaktadır. Bu fezlekeye göre; “İngilizler, bulundukları bölgelerde, İngiliz istekleri doğrultusunda hareket etmeyen Türk halkına her türlü zulmü yapmaktan geri kalmamış ve onları, büyük miktarlarda maddî zarara uğratmışlardır”.

 Yine aynı konuyla ilgili 21 Haziran 1920 tarihli basında yer alan “İngiliz Emriyle

İdam” başlıklı bir haber de, zulmün boyutlarını gözler önüne seriyordu. Bu habere göre; bazı kişiler , İngilizlerin emriyle Divân-ı Harb tarafından verilen karar üzerine idam edilmişlerdir.

 Tamamen iddialara dayalı olarak gerçekleştirilen bu idamlar, İtilaf güçlerinin, menfaâtleri için insanların en temel hakkı olan yaşama hakkını bile ellerinden alarak, insan hayatını nasıl hiçe saydıklarını gösteren önemli birer örnek durumundadırlar.

 Bunların yanında, İstanbul’da işgal kuvvetleri tarafından, 31 Ağustos 1920 tarihinde Harbiye Nezaretine gönderilen bir yazı ile de, hiç bir sebep yokken, İstanbul’un çeşitli mahallelerinde bulunan ve adresleri bildirilen bazı evlerin, öngörülen tarihlere kadar boşaltılarak kendilerine teslim edilmesi istenmiş ve daha sonra da, bu evlerde kendileri oturmaya başlamışlardır.

 İşgal Kuvvetlerinin bu isteği karşısında, Hükümetin öngörülen tarihlerde  evleri boşaltarak onlara teslim etmekten başka bir şey yapamaması da, halkının can ve mal güvenliğini sağlamak noktasında bile, çaresizlik içinde bulunduğunu ve olaylar karşısındaki aczini anlatmaya yetiyordu. Bu husus, aynı zamanda memleketin içinde bulunduğu kötü şartlar ile yaşanan otorite boşluğunun da bir göstergesi durumundaydı.

 Memleketin adeta sahipsiz olduğu bu sırada, millet yoksul düşmüş, açlık ve zulümden ölenlerin sayısı artmış, binlerce Türk köyü, yüzlerce Müslüman şehir ve kasabası

yakılıp  yıkılmış, halk ülke içinde seyahat edebilmek için İtilâf Devletlerinden izin almak durumunda kalmıştı. Bir çok yerde kanun hakimiyeti ve düzen kalmamış, eşkıya çetelerinin sayısı hızla artmış ve bunlar halkı haraca bağlamışlardı.

 Mondros Mütarekesi ve sonrasındaki gelişmeler, zaten, bütün ülkede, geniş ölçüde bir çözülme ve çöküntü hali meydana getirmişti. Bu durum, özellikle İzmir’in işgalinden sonra daha da feci bir hal alınca, halkta da, İstanbul Hükümetinin, icraatında gösterdiği beceriksizlik yüzünden, ülkenin sürüklenmekte olduğu korkunç akıbete bir çare bulabileceği ümidi kalmamıştı. Halkın ümitsiz, moralsiz ve çöküntü halinde bulunduğu ve devlet ve milletin her türlü ihanetle karşı karşıya kaldığı bu dönemde, koskoca Osmanlı toplumunda; 1) Padişah ve onun etrafında toplananlar 2) Osmanlı Devleti’ni yenen devletlere alet olanlar 3) İstanbul İttihat ve Terakki teşkilatına bağlı olanlar gibi, çekilen sıkıntılara çare olamayacak, sadece üç teşkilâtlı kuvvet mevcut idi.

 Görüldüğü gibi, zararlı cemiyetlerin ortaya çıkışı sırasında, ülkenin, devletin ve milletin genel durumu ile, içinde bulunduğu şartlar, oldukça kötü ve içinden çıkılmaz bir halde idi.

 2. Zararlı Cemiyetlerin Ortaya Çıkışı: Hükümetin, memleket leyhinde bir icraatta bulunabileceğinden tamamen ümidin kesilmesi, ülkede çeşitli çabalar, akımlar ve mücadeleleri başlatmıştı. Bu mücadelelerin memleket yararına ve zararına olmak üzere iki ana istikamette geliştiği görülmekte idi. Ülke zararına olarak, Rum, Ermeni, Kürt hareketlerinin yanında, manda taraftarlarının faaliyetleri de söz konusuydu.

 Bu mücadeleler ve faaliyetler çerçevesinde, her gün ülkede, Millî Mücadele leyhinde yada aleyhinde faaliyet gösteren, gizli veya açık, yeni, fırka, kulüp ve cemiyetler kuruluyordu. Bunların bazıları sözde memleketi kurtarmak için, bazıları tamamen Türk milleti ve memleketinin aleyhinde faaliyet göstermesi için, bazıları da sadece kurucularının kendi menfaatlerini korumak için teşkil ediliyorlardı.

 Bu dönemde, o kadar çok zararlı cemiyet kurulmuştur ki, burada, hepsini ele almamız mümkün değildir. Bu sebeple, belli başlılarını ele alarak, bunlar üzerinde durmaya çalışacağız.

 Çok çeşitli maksatlarla, değişik kişi ve gruplar tarafından kurulmuş olan zararlı cemiyetleri, kurucuları, amaçları ve faaliyetleri yönlerinden farklı şekillerde tasnif etmek mümkündür. Bu çerçevede, bu cemiyetleri, Türkler ve azınlıklar tarafından kurulanlar, yada, ayrılıkçı, mandacı, idare-i maslahâtçı, statükocu ve çıkarcı şeklinde bir tasnife tâbi tutabileceğimiz gibi, aşağıda görüldüğü üzere de tasnif edebiliriz.

 Ele alarak tasnif edeceğimiz zararlı cemiyetlerin belli başlıları şunlardır: 

 3. Hıristiyanlar (Rumlar-Ermeniler)Tarafından Kurulan Zararlı Cemiyetler

 Ülkenin her yönden büyük sıkıntı içinde bulunduğu ve Türk halkına karşı tam bir katliam hareketinin başlatıldığı bu dönemde, Hıristiyan azınlıklar ise, adeta azmış bir vaziyette kendi özel maksatlarını gerçekleştirmek için gizli veya açıkça, Türkler aleyhindeki faaliyetlerini sürdürmeye çalışırlarken, İtilâf Devletlerinden de, büyük destek görüyorlardı. Onların, milletimizin haysiyet ve şerefini kırıcı yönde çılgınca hareket ettikleri bu sırada, Batı Anadolu’da Yunanlılar ve yerli Rumların, Doğu Anadolu’da ise, Ermenilerin, Türkler aleyhindeki taşkınlık ve katliamları olanca hızıyla devam ediyordu. Gerek Ermeniler ve gerekse Rumlar, Türkler aleyhindeki çalışmalarını, kurdukları cemiyetler vasıtasıyla da, gayet organize bir şekilde sürdürüyorlardı.

 Şimdi bu cemiyetleri ve faaliyetlerini ortaya koymaya çalışalım.

a) Rumlar Tarafından Kurulan Zararlı Cemiyetler

 İzmir’in işgali ile birlikte, Yunanlılar tarafından başlatılan taşkınlık ve katliam hareketlerine, yerli Rumlar da, yağmalama, zulüm ve katliam hareketleri ile katılarak,

Yunan işgalini kolaylaştırmaya yönelik bir çaba içine girmişlerdir. Yüzlerce yıldan beri, Osmanlı topraklarında Yunan menfaatlerini temsil eden ve Rumların teşkilatlanarak harekete geçmesinde en büyük rolü oynayan Rum Patrikhanesinin, bu etkinliklerin merkezi haline gelmesi ve çalışmaların koordileli bir şekilde buradan idare ediliyor olması, Türk ve Müslüman halkı daha da zor duruma sokmuş ve adeta kan kusturmuştur. Rumların taşkınlıkları, o kadar büyük boyutlara ulaşmıştır ki, işgal sırasında Türklere karşı sert bir tutum takınmış olan, İzmir İşgal Kuvvetleri Kumandanı Albay Zafiriu’yu bile, bu durumdan rahatsız olmuş ve O, 18 Mayısta bir beyannâme yayınlayarak, Rumları durdurmaya ve böylelikle asâyişi temin etmeye çalışmıştır.

 Bitmek bilmeyen kin ve nefret duyguları sebebiyle,Türkler aleyhine zulüm ve katliam hareketlerine girişmekle kalmayan Yunanlılar ve yerli Rumlar, Türklerin maruz kaldığı insanlık faciasını örtmek ve böylelikle kendilerine karşı Dünya Kamuoyunda bir tepki oluşmasını önlemek maksadıyla, “Türkler Hıristiyanları Katlediyor” diyerek, büyük bir yalan propaganda kampanyası başlatmışlardır. Yunanlılar tarafından tertiplenen bu gerçek dışı propaganda, çok geçmeden İtilâf Devletlerinin dikkatini çekmiş ve bu olayla ilgilenmelerini sağlamıştır.

 Bu çerçevede, İtilâf Devletleri kendi temsilcilerinden oluşan ve Batı Anadolu’da Yunan propagandaları ve Türklerin durumuyla ilgili olarak yerinde incelemeler yapmak ve gerçekleri ortaya çıkardıktan sonra hükümetlere bildirmek üzere bir komisyon kurmaya ve komisyonu bu bölgeye göndermeye karar vermişlerdir.

 İtilâf Devletleri tarafından teşkil edilen, Amiral Bristol başkanlığındaki bu komisyon tarafından, Batı Anadolu’da yapılan incelemeler sonunda, 12 Ekim 1919’da hazırlanan rapor, bölgede Hıristiyan katliamının söz konusu olmadığını, tam tersine Yunanlılar tarafından büyük bir Türk katliamının gerçekleştirilmekte olduğunu ortaya koymuştur.

 İnsanlık dışı bu faaliyetlerine, çeşitli zararlı cemiyetleri de ekleyen Rumlar, bu dönemde, sadece İstanbul’da, kendileri leyhinde çalışmalar gerçekleştiren 112 adet cemiyet kurmuşlardır. Bu sebeple, en faal olanlarına değinmek durumundayız.  

  aa) Etniki Eterya Cemiyeti

 Etniki Eterya (Millî Ortaklık) Cemiyeti, 16 Ocak 1814 tarihinde Odesa’da, Aleksandır İpsilanti, Diyamandis İpsilanti ve Mihail Fotiyadis arasında, Yunanistan’ın bağımsızlığa kavuşmasını sağlamak fikri çerçevesinde yapılan toplantıda, on yedi maddelik bir metinin okunmasıyla temelleri atılmış ve daha sonra, Emanuil Ksantos, Nikolaos Skufos ve Anastasyas Çakalof tarafından kurulmuştur.

 Etniki Eterya Cemiyetinin amacı; gerek Türkiye içinde, gerekse diğer ülkelerde bulunan Yunanlıları, Türkler aleyhinde harekete geçirerek ayaklandırmak ve bu suretle Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasını sağlamaktır. Cemiyet, kendisine Yunan istiklal hareketini desteklemeyi, doktrin ve aksiyon programı haline getirmiştir.

 Etniki Eterya; Balkanlarda, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan bölgelerinde, Yunan, Slav ve Ortodoksların katılımıyla ayaklanmalar çıkartan ve Yunanistan istiklali için projeler hazırlayan, bu projeleri, 1820 yılında, Yunan İhtilal Programı haline dönüştürerek, aynı zamanda kendi programı haline de getiren bir ihtilal cemiyetidir. Bu ihtilal cemiyeti, Anadolu da ise, özellikle Ege bölgesini kendisine çalışma alanı seçmiş ve bölgede yaşayan Rumları, Türkler aleyhinde teşkilatlandırarak harekete geçirmiştir. 

 Özellikle, 1821 Mora isyanı ve bu isyanın sonucunda Mora ve adaların Osmanlı kontrolünden çıkması, cemiyetin Türkler aleyhinde gerçekleştirdiği önemli faaliyetlerdendir. Zaten bu olay ile başlayan süreçte, 1830 yılında Yunanistan bağımsızlığına kavuşmuştur. Böylelikle, Etniki Eterya da, bir devletin doğumuna, bir imparatorluğun ölümüne çalıştığı meşhur kimliğiyle, amacına ulaşmıştır.

 Yunanistan’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra da faaliyetlerini sürdüren cemiyet, bu defa Yunan topraklarını genişletmek maksadıyla ortaya çıkmış ve özellikle 1904 yılından itibaren, diğer cemiyetlerle birlikte Karadeniz Bölgesi’nde, bir Pontus Devleti kurulması fikrini canlandırmaya çalışmıştır. 1912 Balkan Harbinden sonra da, bu amacın gerçekleştirilmesi için çaba göstermiştir.

 ab) Pontus Rum  Cemiyeti

 Pontus Rum Cemiyeti; 1904 yılında Merzifon Amerikan Kolejinin yardımıyla İstanbul merkez olmak üzere kurulmuş ve özellikle İstanbul Fener Rum Patrikhanesinden aldığı destekle, Karadeniz bölgesinde, başta Samsun, Trabzon gibi şehirler olmak üzere, değişik yerlerde şubeler açmıştır.

 Pontus Rum Cemiyetinin amacı; Rumları siyasî bir yapı altında birleştirerek, Rize’den İstanbul Boğazına kadar uzanan Kuzey Anadolu toprakları üzerinde bir Rum Devleti kurmak ve daha sonra buraları Yunanistan ile birleştirmektir.

 Cemiyet tarafından bastırılan bir haritaya göre, kurulması planlanan devletin sınırlar da, merkezi Samsun olmak üzere, Batum’dan İnebolu’nun batısına kadar olan Karadeniz kıyıları ile Kastamonu, Çankırı, Yozgat, Sivas, Tokat, Amasya, Çorum, Gümüşhane ve Erzincan’ın bir kısmı olarak belirlenmiştir.  

 Bu bölgede bir devlet kurma amacına ulaşabilmek için, Türklere karşı silahlı bir mücadeleye girişilmesi gereği üzerinde duran cemiyet, çeşitli yerlerde Rum gençlerinden Pontus çeteleri oluşturmuştur. Oluşturulan çeteler vasıtasıyla da, sözü edilen şehirler ile onlara bağlı köy ve kasabalarda, Batı Anadolu’daki Rum çetelerinin eylemlerine benzer, çeşitli katliam ve zulüm hareketlerine girişmiştir. Bu çerçevede, sadece 1921 yılı içerisinde, Samsun, Çarşamba, Terme, Amasya, Merzifon, Vezirköprü, Ladik, Havza, Tokat ve Erbaa civarında 1641 kişi öldürülmüş, 923 kişi de yaralanmışlardır.

 Cemiyet, doğrudan Yunan Hükümetinden aldığı direktiflerin yanında, özellikle Fener Rum Patrikhanesi, Merzifon Amerikan Koleji, 1908 de kurulan Müdafaa-i Meşruta adlı ihtilal teşkilatı ve gerektiğinde kendilerine destek vermeyenlere ölüm cezası bile verebilen Mukaddes Anadolu Rum Cemiyeti ve Trabzon civarında oldukça yoğun faaliyet içerisinde bulunan, Rum Metropolitliği ile işbirliği içinde çalışmıştır

 ac) Mavri Mira Cemiyeti   

 Mavri Mira Cemiyeti; 1919 yılında, on iki Rum cemiyetinin kendi aralarında birleşerek yeni bir cemiyet kurmaları suretiyle ortaya çıkmıştır. Yunan Hükümeti, Rum Patrikhanesi ve din adamlarının büyük desteği sonucu kurulmuştur.

 Mavri Mira Cemiyetinin amacı; Megalo İdea (Büyük Ülkü) fikri doğrultusunda, İnebolu’dan Muğla’ya çekilecek bir çizginin batısında kalan, İstanbul, Trakya ve Batı Anadolu’nun Yunanistan’a ilhakı için gerekli zemini hazırlamaktır.

 Bu çerçevede, adı geçen bölgelerde Rum gençlerinden silahlı çeteler oluşturarak, Türk halkının üzerine saldırtan cemiyet, özellikle Ege ve Marmara kıyıları ile Kırklareli dolaylarında yoğun faaliyet içerisinde idi. Mavri Miraya bağlı Rum çeteleri, başta İstanbul olmak üzere Çeşme, Urla, Söke, Ayvalık ve bir çok yerleşim merkezinde, Türk köylerini basarak katliam, baskı, hırsızlık gibi akla gelebilecek her türlü insanlık dışı davranışlarda bulunmuşlardır. 

 Doğrudan doğruya Venizelos’tan direktif alarak, Rusya’dan göç ettirilen Rumlara, ilaç ve insanî malzeme adı altında, silah ve cephane dağıtan cemiyet, Yunan Kızılhaçı, Göçmenler Komisyonu ve Ermeni Patrikhanesi gibi kuruluşlarla işbirliği içinde çalışmıştır.

 b) Ermeniler Tarafından Kurulan Zararlı Cemiyetler

 Tarihte ilk Türk Ermeni ilişkileri 1018 yılında, Selçuklular devrinde başlamış ve Selçuklularla Ermeniler, yaklaşık üç yüz yıl boyunca dostça yaşamışlardır.

 Türk Ermeni ilişkileri, Osmanlı Devleti’nin kurulmasından sonra da uzun bir süre aynı çizgisini korumuş ve XIX. yy ikinci yarısına kadar dostluk havası içerisinde devam etmiştir. Bu dönemde, Türklerden daha rahat bir hayat süren Ermeniler, tarım, ticaret ve özellikle kuyumculukla uğraşarak bir hayli zengin olmuşlardır.

 Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin hoşgörü yönetimi sayesinde, 1461 de İstanbul’da Ermeni Patrikliğinin açılmasıyla dinî serbestliğe kavuşurlarken, 1860 da da Ermeni Meclis-i Umumi-i Millîsi adlı bir meclis kurmalarına izin verilerek, dinî, millî ve sosyal meselelerini istedikleri gibi müzakere etmek ve düzenlemek imkanına kavuşmuşlardır. Bu sayede, kendilerini her yönden geliştirme fırsatı bularak, devletinin çeşitli kademelerinde görevler alan Ermeniler, Osmanlı yöneticileri tarafından millet-i sadıka olarak isimlendirilmişlerdir.

 Ancak, gerek Balkanlardaki etnik unsurların ayrılıkçı faaliyetleri, gerek milliyetçilik akımı ve en önemlisi de başta Rusya olmak üzere büyük devletlerin  kendi menfaatleri doğrultusunda kışkırtmaları sonucunda Ermeniler de, XIX. yy lın ikinci yarısından itibaren ayrılıkçı hareketlere başlamışlardır. Bu çerçevede, özellikle I. Dünya Savaşı sırasında Ruslarla işbirliği içerisinde hareket ederek, Türk askerlerini arkadan kuşatıp imha etmeyi planlamışlardır.

 Wilson ilkelerinin on ikinci maddesine dayanarak Doğu Anadolu’da bir devlet kurma hayaline kapılan Ermeniler, bu bölgede nüfuslarının daha kalabalık olduğunu iddia etmişlerdir. Amerikalı General Harbord başkanlığındaki bir heyetin bu bölgede nüfus sayımı yapacak olması üzerine de, gerçek dışı bu iddiayı ispatlamak için insanlıkla bağdaşmayan bir tutum sergileyerek, kurdukları çetelerle Van, Erzurum ve Erzincan da katliamlar yapmışlardır.

 Bu noktada, gerek savaş sırasında, gerekse mütarekenin imzalanmasından sonra, Türk milletini uğraştıran azınlık gruplarından belki de en önemlisi Ermeniler olmuştur. Çünkü Ermeni çeteleri, gerçekten oldukça vahşi bir tutum sergilemişlerdir. Adı geçen şehirlerde, erkeklerin topluca yakılarak öldürmesinden, kadınların ırzına geçilerek nehirlerde boğulmalarına, bir çoğunun daha ölmeden derilerinin yüzülmesinden, kol ve bacaklarının kesilmesine ve hatta ayaklarına nal çakılmasına kadar bir çok eylem sözü edilen Ermeni çetelerine aittir. Türklere karşı, daha ölmeden önce uygulanan ve tamamen gerçek olan bu işgence metotları, tarihi kayıtlara bile geçmiştir.   

 Hiç şüphe yok ki, vahşete dayalı bu Ermeni hareketini yönlendirenler, bu dönemde yada daha önceden kurulmuş olan Ermeni cemiyetleri idi. Bazıları Türkiye içinde bazıları da Türkiye dışında kurulmuş olan bu cemiyetler ise, Araratlılar, Mektep Sevenler, Kara Has,

Anavatan Müdafiileri,  Armenekon Partisi, Hınçak komitesi ve Taşnak komitesi idi. Bu

cemiyetler arasında radikal ve en faal olanları da Hınçak ve Taşnak komiteleriydi.

 Şimdi bu iki cemiyeti ele almaya çalışalım.

  ba) Hınçak Cemiyeti

 Hınçak Cemiyeti; 1877 yılında İsviçre’de . Kafkasyalı Nazarbek ve karısı tarafından bir komite olarak kurulmuştur İdeolojik olarak sosyalist ve merkeziyetçi bir yapıdadır.

 Hınçakın amacı; önceleri Van, Bitlis, Erzurum, Elazığ, Diyarbakır, Sivas ve Trabzon vilayetlerinde muhtar bir idare kurmak iken, daha sonra bu merkezi Revan olacak şekilde büyük bir Ermenistan devleti kurmak ve sözü edilen şehirleri de bu devletin sınırları içine katmak olarak değişmiştir.   

 İzmir, İstanbul ve Halep gibi şehirlerde şubeler açan cemiyet, ilk etapta, amacına ulaşabilmek için, Ermenilerin teşkilatlanmalarını ve silahlı çeteleri vasıtasıyla ihtilaller yapmaları gerektiğini lüzumlu görmüştür. Bu maksatla, Ermeni halkını harekete geçirmeye çalışmış ve 1913 yılında Köstence de gerçekleştirdiği kongresinde; Türkiye Ermenilerinin, kendi istek ve amaçlarını gerçekleştirmek için yasal yollara uymak zorunda olmadıklarını beyan etmiştir.

 Daha sonra, diğer azınlık unsurlarda görüldüğü gibi, silahlı çeteler oluşturarak Türk halkına karşı saldırıya geçmiştir. Bu çerçevede, Türklere karşı yukarıda sözünü ettiğimiz insanlık dışı katliam hareketlerini ve benzerlerini gerçekleştirmiştir.  

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol